14. Yüzyıl ve 15. Yüzyıl Edebiyatı
14. ve 15. Yüzyıl Edebiyatı Hakkında Bilgiler
Şeyhoğlu Mustafâ
XIV. yüzyılda Germiyan (Kütahya) bölgesinde
yetişen şairlerin başında gelir. Hurşîd-nâme’de adının Mustafa olduğunu belirten ve Kenzü’l-küberâ
ve Mehekkü’l-‘ulemâ’yı 1401’de yazdığı zaman 62
yaşında olduğunu açıkça söyleyen Şeyhoğlu, buna
göre 1340 yılında doğmuştur. Germiyan beyi
Süleyman Şah zamanında Germiyan sarayında
nişancılık ve defterdarlık görevlerinde bulunan
Şeyhoğlu, daha sonra Yıldırım Bâyezîd’e (salt.
1389-1402) intisap ederek Osmanlı sarayında da
bulunmuştur.
Şeyhoğlu’nun nerede, ne zaman öldüğü ve
mezarının nerede bulunduğu da belli değildir.
Abdülvâsi Çelebi’nin 1414 yılında yazdığı Halîlnâme’de Şeyhoğlu Mustafâ’dan da bahsetmesine
bakılırsa şairin, 1414 yılına yakın bir zamanda öldüğü söylenebilir.
Eserlerinde “Şeyhoğlu” mahlasını kullanan şair,
bazı şiirlerinde ise, aynı anlama gelen “İbni Şeyhî”
mahlasını kullanmıştır. Marzuban-nâme’nin Kahire Devlet (Eski Hidiviye) Kütüphanesi’nde tam
olan nüshasının iki yerinde “Sadrüddîn” ismi
de geçmektedir. Bu durumda şairin, Şeyhoğlu
Sadrüddîn olarak anılması gerekir.
Şeyhoğlu Mustafâ’nın Edebî Kişiliği ve Eserleri
Edebî Kişiliği: Türkçenin inceliklerine vâkıf
olan ve devrinin şairleri arasında Nesîmî’den sonra
ikinci sırayı alan Şeyhoğlu Mustafâ, Arapçayı, Farsçayı, eski kültürü ve kaynakları bilen, dil bilinci ile
eser veren bir şair ve yazardır. Şeh-nâme’den, Kelîle
ve Dimne ve Mesnevî-i Ma‘nevî’ye kadar Farsça ana
kaynaklara olan hâkimiyeti eserlerine de yansımıştır. Şeyhoğlu, Kenzü’l-küberâ’da kendi devrini ve
toplumu gözleyip eksiklikleri de tenkit etmiştir.
Eser yazmaya, tercüme ile başlayan
Şeyhoğlu’nun eserlerinde, öğretici taraf ağır basar.
Şeyhoğlu, dille ilgili görüşlerine daha çok Hurşîdnâme’de yer vermiş ve bu eserinde Türkçenin işlenmediğini, soğuk, tatsız tuzsuz, lezzetsiz ve yavan
olduğunu anlatarak bu dilin gelişmesi için büyük
emek sarf ettiğini belirtmiştir.
Türkçeyi kullanmada ustalaşan ve kendine has
bir üslubu olan Şeyhoğlu, işlenmiş nesriyle Sinân
Paşa’nın öncüsüdür. Onun bazı şiirleri eda, ses,
söyleyiş, vezin, kafiye, coşkunluk ve akıcılık yönünden XVI. yüzyılın şiirini aratmayacak niteliktedir. Bu durum, Şeyhoğlu ve çağdaşları tarafından
XIX. yüzyılda dilin işlenmesine bir hayli emek sarf
edildiğini, Türk edebiyatının geliştiğini ve böylece Türkçenin büyük devlet dili olarak hazırlanmış
bulunduğunu da gösterir. Türkçeyi iyi kullanan,
nazım tekniğini bilen Şeyhoğlu, şiirlerinde ve nesirlerinde Türkçenin yapısına aykırı olan “ki”li
cümlelere az yer vermekle üslubuna akıcılık sağlamıştır. Şeyhoğlu’nun şiirleri, çağdaşı Ahmedî’nin
şiirlerine göre daha akıcı ve daha liriktir. Ancak
Şeyhoğlu, kimi şiirlerinde mahlas kullanmamıştır.
Halkın psikolojisini ve dilini çok iyi bilen Şeyhoğlu, neyi, nasıl ve ne zaman söyleceğini çok iyi
hesap eder. O, eserlerinde atasözlerine de yer vermiş, sanat gayesi güderken Türkçenin sırlarına dik-
45
XIV.-XV. Yüzyıllar Türk Edebiyatı
kat ederek halk diliyle, doğal bir şekilde yazmıştır.
Bu şekilde akıcı ve coşkulu dille yazdığı şiirleri daha
sonraki yüzyıllarda da etkili olmuştur.
Eserlerinde Türkçe kelimelere, özellikle halk tabiri ve atasözlerine geniş yer veren, Türkçe yazmakla övünen, gayretli ve başarılı bir şair ve yazar olan
Şeyhoğlu, gerçek bir söz ustasıdır. Şeyhoğlu’nun
daha çok kısa cümleleri kullanması, tercümelerine
âdeta telifî eser özelliği kazandırmıştır.
İktibas yapmayı pek tercih etmemiş, ancak
ayet ve hadislerin tercümesini vermiştir. Böylece
iktibaslarla değil, Türkçe ifadelerle telmihte bulunmuştur. Arapçadan yaptığı iktibaslarda, halkın
anlayabileceği veya halka yabancı olmayan kısa ibareleri seçmiştir.
Şeyhoğlu’nun şiirindeki çekici yönlerden biri
de, ele almış olduğu aşk konusunu gönülden işlemesi, güzellikleri görüp ona göre ifadeler kullanmasıdır. Şeyhoğlu’nun bu şiirleriyle kendinden sonra
gelen Şeyhî, Ahmed Paşa, Fuzûlî ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya kadar çok sayıda şaire tesir ettiğini
söylemek mümkündür.
Eserleri: Şeyhoğlu Mustafâ’nın biri manzum
üçü mensur olmak üzere dört eseri vardır. Bunlardan Hurşîd-nâme manzum, Marzubân-nâme
ve Kâbus-nâme tercümeleri ile Kenzü’l-küberâ ve
Mehekkü’l-‘ulemâ adlı eserleri mensurdur.
1. Hurşîd-nâme: Şeyhoğlu, Süleyman Şah
adına yazmaya başladığı bu mesneviyi, Süleyman
Şah’ın ölümü üzerine 1387 yılında tamamlayarak
Yıldırım Bâyezîd’e sunmuştur. Şair, eserine önce
Şebistân-ı Uşşâk adını koymuş, daha sonra bunun
kabul görmemesi üzerine Hurşîd-nâme adını vermiştir. 7903 beyti bulan eser, mefâîlün mefâîlün
feûlün vezniyle yazılmıştır. Mesnevîde, Siyavuş’un
kızı Hurşîd ile Ferahşâd arasında geçen aşk hikâyesi
anlatılmıştır. Şeyhoğlu’nun kahramanları, Arap,
Türk, Fars ve Moğol tarihinde yer alan şahıslardır.
Eserde, Şeh-nâme’nin etkisiyle İran kaynaklı şahısların çokluğu dikkat çeker. Şeyhoğlu, İslam tarihindeki olaylardan da yararlanmış, âdet ve örfler ile saray teşrifatına geniş yer vermiştir. Şair, ayrıca masal
unsurlarından faydalanıp bütün âşıklara görmeden
âşık olma durumunu yaşatmıştır. Eserde, yer yer
kahramanların ağzından söylenmiş 19 gazel ile bir
terci-bend bulunmaktadır. Şeyhoğlu’nun, bu gazellerde 9 ayrı vezin kullanmış olması, onun sanat
zevkine sahip usta bir şair olduğunu gösterir.
Şeyhoğlu, Hurşîd-nâme adlı mesnevisinin baş
kısmında tevhid, münacat ve na’t da yazmıştır.
Mi’râciyye de yazmış olan şair, sırayla, dört halifeyi överek anlatmış ve kitabının yazılış sebebini
belirtmiştir. Ayrıca eserde şiiri hakkında bilgi verip
Türkçe üzerine görüşlerini ifade eden Şeyhoğlu, bu
eserinde Türkçenin işlenmemiş, sert, kaba ve tatsız bir dil olduğunu ve tanınmadığını söyleyerek
eseri yazarken büyük çaba harcadığını vurgulamıştır. Anadolu halkı Türkçe konuştuğu için Türkçe
yazdığını söyleyen Şeyhoğlu, başarılı ve büyük bir
eser ortaya koymuştur. Hurşîd-nâme, ayrıca siyaset
yönü ile Kenzü’l-küberâ adlı eserine başlangıç olması bakımından da önemli bir eserdir.
2. Marzubân-nâme: Germiyan beyi Süleyman
Şah adına Farsçadan Türkçeye çevrilmiş mensur
hikâye ve masalların yer aldığı bir eserdir. Öğretici
yönü ile Kelîle ve Dimne’ye benzeyen Marzubânnâme’nin ilk yazarı İran’ın Mazenderan bölgesinde
hüküm süren Marzubân bin Rüstem’dir. Daha sonra Sa’deddin Varavinî eseri yeniden yazıp Azerbaycan Atabeyi olan Ebu’l-Kasım Rabîbüddîn’e ithaf
etmiştir.
Marzubân-nâme üzerinde ilk tanıtmayı A. Zajaczkowski yapmış, ancak A. Zajaczkowski’nin
tanıttığı Warşowa Üniversitesi İslam Eserleri
Kütüphanesi’nde bulunan Marzubân-nâme nüshası, İkinci Dünya Savaşı sırasında yanmıştır (1944).
Eserin bugün elde bulunan tek nüshası ise, Berlin
Devlet Kütüphanesi’ndedir. 69 yaprak olan bu
nüshanın baş kısmı noksandır. Sayfasında 14 satıra yer veren okunaklı, harekeli nestalik bir yazı ile
yazılmış olan bu nüsha üzerinde Zeynep Korkmaz
çalışmıştır. Korkmaz, Marzubân-nâme üzerinde geniş bir dil araştırması yaptığı çalışmada, eserin metin, sözlük-dizini ile tıpkıbasımını da yayımlamıştır
(1973).
3. Kâbus-nâme Tercümesi: Şeyhoğlu’nun Farsçadan çevirdiği başka bir eseri, ahlak ve siyaset kitabı olan Kâbus-nâme’dir. Şeyhoğlu, aslı dokuz bâb
olan eserin tercümesine onuncu bâbı da eklemiştir.
Eserin aslı, Mısır Hidiv Kütüphanesi’ndedir.
4. Kenzü’l-küberâ ve Mehekkül-‘ulemâ: Şeyhoğlu Mustafâ’nın, ömrünün sonuna yaklaştığı bir
dönemde, tecrübelerinden hareketle yazdığı siyaset
ahlakı ile ilgili mensur bir eseridir. Şeyhoğlu, son
eseri olan Kenzü’l-küberâ ve Mehekkü’l-‘ulemâ’yı
önceleri Germiyan, sonraları Osmanlı sarayında
bulunan Paşa Ağa bin Hoca Paşa adına yazmıştır.
46
XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı-II: Anadolu Sahası Şair ve Yazarları
Kenzü’l-küberâ’nın bilinen tek nüshası, Yapı
Kredi Bankası Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
120 yaprak olan ve sonradan numaralandırılan eserin asıl kısmı, dört bölümden oluşur. Hamdele ve
salveleden sonra, asıl bölüm başlar. Şeyhoğlu, eseri
Türkçe telif ettiğini ve 803/1401 yılında tamamladığını belirtmiştir.
Yazar, eseri için “te’lif” kelimesini kullanmasına
rağmen, Kenzü’l-küberâ’nın Necmeddîn-i Râzî’nin
Mirsâdü’l-‘ibâd’ından yapılan bir tercüme olduğunu ileri sürenler de olmuştur. Bu duruma ilk defa
işaret eden Fuat Köprülü, sonradan bu fikir üzerinde durmamıştır. Orhan Şaik Gökyay da, eserin tercüme olduğunu belirtmiştir. Bu iddiada bulunanlar, her iki eserin başlıklarındaki benzerliklere göre
tercüme kanaatine varmışlardır. İki eser karşılaştırıldığı zaman, Şeyhoğlu’nun Kenzü’l-küberâ’nın iskeletini, Necmeddîn-i Râzî’nin Mirsâdü’l-‘ibâd’ından
aldığı, fakat eserini tecrübe ve gözlemleriyle zenginleştirip geliştirdiği anlaşılmaktadır. Ayrıca eserde, Hurşîd-nâme’den bir hayli alıntıların yanında,
Elvân Çelebi, Gülşehrî, Hâs, Hoca Dehhânî, Hoca
Mes’ûd, Celâleddîn-i Rûmî ve Yûsuf-ı Meddâh
gibi şairlerden alınmış şiirler de vardır. Bu şiirler,
Kenzü’l-küberâ’nın Mirsâdü’l-‘ibâd’ın bire bir tercümesi olmadığını ortaya koyduğu gibi edebiyat
tarihi yönünden eserin değerini artırmıştır.
Kenzü’l-küberâ, taşıdığı dil özellikleri yönünden
Eski Anadolu Türkçesi içinde yer alır. Eser, açık ve
samimi dili ile daha sonra yazılan eserlerle gelişen
Türk nesrine temel oluşturmuştur. Yazar eserinde,
Kur’an ve hadis olmak üzere ana kaynakları esas
almış, peygamberlerden ve geçmiş padişahlardan
örnekler vermiş, devlet idaresi ile ilgili terim ve deyimleri de kullanmıştır.
Kutadgu Bilig’den sonra Türk kültür tarihi
içinde ikinci, Batı Türkçesinde ise ilk yazılan siyaset kitabı olan eser, devlet ve toplum idaresi yönünden, bilhassa kuruluş devri için büyük önem
taşımaktadır.
Divan’ı bulunmayan Şeyhoğlu’nun Hurşîdnâme’si içinde kahramanların dilinden söylediği
23’ü gazel olmak üzere 36 manzumesi vardır.
Erzurumlu Mustafa Darîr
Erzurumlu Mustafa Darîr, 14. yüzyılın ikinci yarısında manzum ve mensur eserleriyle Türk edebiyatında önemli bir figürdür. Gerçek adı Mustafa olan Darîr, doğuştan kör olduğu için eserlerinde "Darîr" ve "Gözsüz" mahlaslarını kullanmıştır. Güçlü bir hafızaya sahip olan Darîr, Arapça ve Farsçayı iyi öğrenmiş ve kadılık unvanı almıştır.
1377'de Mısır'a giden Darîr, Melik Mansûr Ali İbni Şa’bân’ın sarayında bulunmuş ve burada ilmi yetenekleriyle dikkat çekmiştir. Mısır’da Vâkıdî’nin Fütûhu’ş-şâm adlı eserini Türkçeye çevirerek 1392 yılında Emir Çolpan’a sunmuştur.
Darîr’in eserleri arasında en dikkat çekeni Sîretü’n-nebîdir; bu eser, Türkçede yazılan ilk siyer kitabıdır. Ayrıca Kıssa-i Yûsuf ve Yüz Hadîs Tercümesi gibi diğer önemli eserleri de bulunmaktadır.
Darîr, edebi üslubunda halk diline ve duygusal bir anlatıma önem vermiştir. Eserlerinde genellikle sade ve akıcı bir dil kullanmış, yer yer Farsça tamlamalarla zenginleştirmiştir.
Eserleri
Kıssa-i Yûsuf: 2126 beyitten oluşan bu mesnevi, Yûsuf Sûresi’nden yola çıkarak yazılmıştır. İçinde gazellere de yer verilmiştir.
Sîretü’n-nebî: Türkçede yazılan ilk siyer kitabı olup, Hz. Peygamber’in hayatını anlatmaktadır. Mısır’da yazılmaya başlanmış, tamamlandıktan sonra Berkuk’a sunulmuştur.
Fütûhu’ş-şâm: Arap tarihçisi Vâkıdî’nin eserinden Türkçeye çevrilen bu kitap, Halep nâibi Emir Çolpan adına yazılmıştır.
Yüz Hadîs Tercümesi: Fazlullah bin Nâsıru’l-Gavri’nin eserinden faydalanarak yazılan bu eserde, hadislerin Türkçeye çevirisi ve açıklamaları yer almaktadır.
Yahşi Fakih
Yahşi Fakih, 14. veya 15. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı tarih yazarıdır. Babası İshak Fakih, Orhan Gazi’nin şahsi imamı olarak görev yapmıştır. Bu durum, Yahşi Fakih’in Osmanlı hânedanıyla yakın ilişkilerini ortaya koyar. Ailesi, Osmanlı beylerinin vakıflarından önemli paylar almış, bu da Yahşi Fakih’in Osmanlı tarihi hakkında derin bilgi sahibi olmasını sağlamıştır. Dedesi Alişar Dânişmend de ilmiye sınıfına mensup bir kişidir ve ailesine ait araziler, Osmanlı beyleri tarafından vakfedilmiştir.
Yahşi Fakih’in yaşamının ilk dönemine dair pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Âşıkpaşazâde, Geyve’de yaşadığını belirtir; bu dönem, Fetret Devri'nin sona erdiği 1413 yılına denk gelir. Edirne’de bahsedilen bir Yahşi Fakih de vardır; bu kişi, Edirne’nin fethinden sonra bölgede İslam yerleşim alanları kuranlar arasındadır. Yahşi Fakih’in iki oğlu Mehmed ve Mustafa olduğu bilinmektedir.
Eserleri
Yahşi Fakih’in en önemli eseri "Menâkıb-ı Âl-i Osmân"dır. Bu eser, Osmanlı tarihinin ilk dönemlerine dair önemli bilgiler sunan bir kaynaktır; ancak orijinal metni günümüze ulaşmamıştır. Âşıkpaşazâde, bu eserin kendisinden önce yazıldığını ve kendi eserinde Yahşi Fakih’in bilgilerini kullandığını ifade etmiştir.
Yahşi Fakih, Osmanlı tarihinin ilk dönemlerini kaleme alan önemli bir yazar olarak görülmektedir. Eserleri, Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna dair kıymetli bilgiler sunar. Yahşi Fakih’in yazım tarzı, hem sözlü gelenekten hem de kendi gözlemlerinden oluşur. Onun tarih yazıcılığı, sonraki tarihçilerin çalışmalarında da önemli bir kaynak teşkil etmiştir.
Yahşi Fakih’in hayatı ve eserleri, Osmanlı tarihinin şekillenmesinde önemli bir yer tutar ve bu nedenle tarihsel açıdan dikkat çekici bir şahsiyet olarak kabul edilir.
Âşıkpaşazâde
Asıl adı Derviş Ahmed olan Âşıkpaşazâde, daha çok büyük dedesi Âşık Paşa ile anılmaktadır. Hayatı hakkında bilinenler, esasen yazdığı Osmanlı tarihi eserine dayanmaktadır. Kendi ifadesine göre, 803 (1400) yılında Amasya sancağının Mecitözü kazasına bağlı Elvan Çelebi köyünde dünyaya gelmiştir. Genç yaşta tekke çevresinde yetişmiş, birçok önemli şahsiyetle tanışma fırsatı bulmuştur. Gençlik yıllarında Geyve’de Yahşi Fakih’in evinde kalmış, Fetret Devri’nin olaylarına ve II. Murad ile Düzmece Mustafa arasındaki çatışmalara tanıklık etmiştir.
Eğitimine Konya’da Sadreddin Konevî Zâviyesi’nde devam etmiş ve burada Şeyh Abdüllatîf el-Kudsî’den icazet almıştır. 1437’de hacca gitmiş, dönüş yolunda Mısır’a uğramıştır. Paşa Yiğitoğlu İshak Bey’in himayesinde bir süre Üsküp’te kalmış, II. Murad’ın seferlerine katılarak onun takdirini kazanmıştır. 1457’de Fâtih Sultan Mehmed’in şehzadeleri için düzenlediği sünnet şenliklerine katılmış ve bu süreçte bazı ihsanlar almıştır. 874 (1469-70) yılında kızı Râbia’yı müridi Şeyh Seyyid Velâyet ile evlendirmiştir. 1484’te, yaklaşık 85 yaşındayken tarihini tamamlamış; muhtemelen bu tarihten sonra vefat etmiştir. Mezarı, İstanbul’daki Haydar mahallesinde, büyük dedesi Âşık Paşa’nın cami haziresindedir.
Âşıkpaşazâde, en çok "Tevârîh-i Âl-i Osmân" adlı eseriyle tanınmaktadır. Bu eserde, Yıldırım Bayezid dönemine kadar olan kısmı Yahşi Fakih’in menâkıbnâmesinden, 1391’de Macarlar’la yapılan savaşı Kara Timurtaş’ın oğlu Umur Bey’den, 1402’deki Ankara Savaşı’nı ise bu savaşta bulunan bir kişiden nakletmiştir. II. Murad ve Fâtih dönemlerini kendi gözlemleriyle kaleme almıştır. Eser, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fâtih devri sonlarına kadar çeşitli konuları ele alır ve konular bablar ve soru-cevap şeklinde düzenlenmiştir.
Âşıkpaşazâde Târihi, yurt dışında da birçok yazma nüshası bulunan üç ayrı neşre sahiptir. İlk neşri Âlî Bey tarafından 1332 yılında yapılmıştır. Eserin önemli bir özelliği, daha yazıldığı dönemde Neşrî’nin "Cihannümâ"sına kaynak olmasıdır. Ancak 16. yüzyılda Osmanlı tarihçileri genellikle Neşrî’yi tercih etmiştir. Eser, anonim tarih kitaplarından farklı olarak Osmanlı padişahlarını "mücahid gazi" olarak tanımlamakta ve Anadolu’daki İslâmî Türk kültürünün yayılmasında rol oynayan ahî kuruluşları hakkında bilgi vermektedir. Ayrıca, eser içinde yer alan nazım parçaları ise edebi bir değer taşımamaktadır.
Oruç Bey - Oruç bin Âdil
Oruç Bey, kendi eserinde yer alan bilgilere dayanarak tanınan bir Osmanlı tarihçisidir. Edirne’de doğmuş ve Fâtih Sultan Mehmed ile II. Bayezid dönemlerinde yaşamıştır. Edirne’de kâtiplik yapmış, muhtemelen divan kâtipliği görevinde bulunmuştur. 1500 yılında, Edirne’de 4000 akçelik nakit ve yıllık 1848 akçe gelir getiren gayrimenkullerle bir vakıf kurmuştur. Eserinin yazıldığı dönem tam olarak bilinmemekle birlikte, II. Bayezid dönemine ait olduğu kesindir.
Oruç Bey’in en önemli eseri "Tevârîh-i Âl-i Osmân"dır. Bu eser, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1503 yılına kadar olan olayları kapsamaktadır. Sade bir Türkçe ile yazılmış olan bu eser, anonim tarih kitapları ile benzerlik göstermektedir. Oruç Bey, eserinde Yahşi Fakih’in menâkıbnâmesinden ve yaşadığı olaylardan faydalanmıştır.
"Tevârîh-i Âl-i Osmân"ın birkaç farklı versiyonu bulunmaktadır ve bu eser, II. Bayezid dönemine ait tarihsel kaynaklara da ışık tutmaktadır. Oruç Bey’in bu eseri, Osmanlı tarih yazımında önemli bir yer tutmakta ve Âşıkpaşazâde ile Neşrî’nin çalışmalarını tamamlayıcı bir rol üstlenmektedir. Oruç Bey’in yazmaları, Oxford, Cambridge, Paris ve Münih gibi önemli kütüphanelerde bulunmaktadır.
Neşri
Neşrî, 15. yüzyılda yaşamış önemli bir Osmanlı tarihçisidir. Asıl adı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Bursa şer‘iyye sicillerine dayanarak tam adının Hüseyin b. Eyne Bey olabileceği öne sürülmektedir. Kaynaklarda genellikle "Mevlânâ Neşrî" veya XIX. yüzyıldan itibaren "Mehmed Neşrî" adıyla anılmaktadır. Karamanlı kökenli olduğu ve Sultan Selim’in hizmetlilerinden biri olduğu bilinmektedir. Bursa’da eğitim almış ve uzun yıllar burada yaşamıştır.
Neşrî, II. Murad döneminde Bursa subaşılığı yapan Koca Nâib’in meclislerinde bulunmuş ve 1481’de Fâtih Sultan Mehmed’in ölümüne tanıklık etmiştir. Eserine göre, II. Bayezid’in son zamanlarında Sultaniye Medresesi’nde müderrislik yapmıştır. Muhtemelen 1520 veya 1521 yılında vefat etmiştir.
Neşrî’nin en önemli eseri "Kitâb-ı Cihannümâ"dır. Eser, yaratılıştan başlayarak 15. yüzyıla kadar olan olayları kapsamaktadır. Neşrî, tarih alanındaki eserlerin dağınık olmasından dolayı bu eseri yazmaya karar vermiştir. Eserinin ilk beş bölümü, II. Mehmed dönemine kadar olan tarihi içermekte, Osmanlı Devleti tarihinin altıncı kısmı ise II. Bayezid dönemine odaklanmaktadır. Eserini muhtemelen 1493 yılında tamamlamıştır.
"Kitâb-ı Cihannümâ" altı bölümden oluşmaktadır ve günümüze ulaşan kısmı Osmanlı öncesi Türk tarihi ile Osmanlı tarihini içermektedir. Eserin tarihî kısmında, Türkler, Selçuklular ve Osmanlı tarihi detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Neşrî, Âşıkpaşazâde'nin "Tevârîh-i Âl-i Osmân" eserinden yararlanmış ve bu eserde yer alan bilgileri daha sistematik bir şekilde sunmuştur.
Neşrî, ilk tenkitli tarih yazarı olarak kabul edilmektedir. Eserinde kaynaklarını sistemli bir şekilde kullanmış, olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde analiz etmiştir. "Kitâb-ı Cihannümâ", Osmanlı tarihi açısından önemli bir kaynak olmasının yanı sıra, XV. yüzyıl Türkçesinin özelliklerini yansıtmaktadır. Neşrî’nin tarih yazımı, sonraki tarihçiler için de bir referans oluşturmuştur.
"Kitâb-ı Cihannümâ", çeşitli kütüphanelerde bulunan nüshalarla günümüze ulaşmıştır. Eserin çeşitli versiyonları, özellikle Theodor Menzel metni üzerinden ele alınmıştır. Neşrî’nin eseri, çağdaşları ve sonraki tarihçiler tarafından kaynak olarak kullanılmıştır.
Bu bilgiler, Neşrî'nin hayatı ve eserlerinin önemini vurgulamaktadır ve Osmanlı tarihçiliği üzerindeki etkisini göstermektedir.
Tursun Bey
Tursun Bey, 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli tarihçilerinden biridir. Asıl adı Tûr-ı Sînâ olan Tursun Bey, tarihin çeşitli kaynaklarında ve biyografik eserlerde sınırlı bilgiye sahiptir. Halil İnalcık'ın Bursa kadı sicillerinde yaptığı araştırmalara göre, Tursun Bey, I. Murad devrinin ünlü kumandanlarından Fîruz Bey’in oğludur ve 1426 civarında doğmuştur.
Genç yaşta timar sahibi olan Tursun Bey, iyi bir eğitim almış ve amcası Cebe Ali Bey’in yanında yetişmiştir. İstanbul’un fethi sonrası, İstanbul’un iskânı ile ilgili görevde bulunmuş, bu süreçte Fâtih Sultan Mehmed’e sunmuş olduğu defterle önemli bir konuma gelmiştir. 1456 yılındaki Belgrad Seferi’ne katılan Tursun Bey, Mahmud Paşa’nın yanında divan kâtibi olarak görev yaparak birçok seferde yer almıştır.
Tursun Bey, 1458 Sırbistan seferi, 1462 Eflak seferi, 1463 Bosna seferi ve 1470 Eğriboz’un fethi gibi birçok askeri faaliyette bulunmuştur. Bu seferlerdeki deneyimlerini ve gözlemlerini eserlerine yansıtmıştır. II. Bayezid döneminde de önemli görevlerde bulunmuş, yaklaşık kırk yıl boyunca devlet hizmetinde kalmıştır.
Tursun Bey’in günümüze ulaşan tek eseri "Târîh-i Ebü’l-Feth" adlı tarih kitabıdır. Eser, Fâtih Sultan Mehmed’in gazâ ve fetihlerini konu almakta olup, 1444’te Fâtih’in tahta çıkışıyla başlayıp 1488’deki Memlük seferiyle sona ermektedir. Eser, Fâtih Sultan Mehmed’in askeri faaliyetlerini ve devletin coğrafi yapısını detaylı bir şekilde ele alır.
Kıvâmî
Kıvâmî mahlasıyla bilinen şairler arasında en eski ve en meşhur olanı, hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan ve Fetihnâme-i Sultan Mehmed’in yazarı olan Kıvâmî’dir. Franz Babinger, 1955 yılında tıpkıbasımını yayımladığı bu eseri, o döneme ait yeni bir kaynak olarak sunmaktadır. Ancak Kıvâmî hakkında verilen bilgiler, onu tanıtacak kadar açık değildir. Fetihnâme’de Kıvâmî mahlası üç yerde geçmekte ve eserin 895 (1490) yılında tamamlandığı belirtilmektedir.
F. Babinger, Kıvâmî’nin kimliğiyle ilgili yaptığı araştırmada, 1478-1511 yılları arasında yaşamış olan Defterdar Kıvâmüddin Kasım Efendi'yi eserin müellifi olarak kabul etmiştir. Sehî Bey Tezkire’sinde Kıvâmî için, “Geliboluludur; şiiri latif, kendisi zarif, gönül ehli, gazelleri çok, her çeşit nazma kadir kimsedir” denilmekte ve şiirlerinden iki beyit örnek olarak sunulmaktadır. Riyâzî de Gelibolulu olduğunu belirttiği bu şairden tezkiresine bir beyit almıştır. Mehmed Süreyyâ ise, I. Ahmed döneminin (1603-1617) sonlarında vefat eden bir başka Gelibolulu Kıvâmî’den bahsetmektedir.
Fâtih Sultan Mehmed’in seferlerine katıldığı ve âlim bir şahsiyet olduğu, Kıvâmî’nin kendi eserinden anlaşılmaktadır. Fâtih için bir fetihnâme yazma arzusunu II. Bayezid’e ilettiği, yazdığı birkaç bölümü ona okuduğu ve çalışmasını tamamlaması için emir aldığı görülmektedir. Fetihnâme’nin yirmi beş bölümü Fâtih dönemine, geri kalan üç bölüm ise II. Bayezid’in ilk yıllarına aittir. Eser, tahmîd, münâcât, na‘t ve Fâtih Sultan Mehmed’in methine dair bir kaside ile İstanbul’un fethinin anlatımına geçmektedir. Nazım-nesir karışık olan kitabın aruzla yazılmış 108 manzum kısmı, edebî değer bakımından daha üstündür. Fetihnâme’nin kaynaklarını “Tevârîh-i Âl-i Osmân”lar oluşturarak, Tursun Bey’in kitabına da kaynaklık etmiştir. Eserin tek yazma nüshası Berlin Staatsbibliothek’te bulunmaktadır. Bu yazma üzerinde Sait Gökçe, 1954 yılında Münih Üniversitesi’nde bir doktora çalışması gerçekleştirmiştir.
Eşrefoğlu Rumi
Asıl adı Abdullah olan bu değerli şahsiyetin babası Ahmed Eşref olarak kaydedilmiştir. Kaynaklarda, Abdullah Rûmî b. Seyyid Ahmed Eşref b. Seyyid Muhammed Süyûfî (Mısrî) şeklinde geçen künyesiyle tanınmakta; Eşrefoğlu Rûmî, Eşref-i Rûmî, Abdullah İznikî ve Abdullah-ı Rûmî gibi unvanlarla da anılmaktadır. Mekkeli kökenli olduğu ve Hz. Peygamber’in soyundan geldiği rivayet edilen Eşrefoğlu, Mısır’dan Suriye’nin Hama kasabasına, buradan Anadolu’ya göç ederek önce Manisa’ya, ardından İznik’e yerleşmiştir. Ailesi, âlim ve şeyhler yetiştirmiş bir geçmişe sahiptir. Bazı müellifler, Eşrefoğlu Rûmî’yi 754 (1353) yılında İznik’te doğmuş olarak gösterirken, Emîr Sultan ve Hacı Bayrâm-ı Velî ile olan ilişkileri göz önüne alındığında, onun daha sonraki bir tarihte doğmuş olabileceği ileri sürülebilir. Orhan Köprülü’nün özel kütüphanesinde bulunan Menâkıb-ı Eşrefzâde nüshasında ise doğum tarihi 779 (1377) olarak kaydedilmiştir.
Eşrefoğlu’nun çocukluk ve gençlik yılları İznik’te, ailesinin gözetiminde, büyük olasılıkla onların eğitim ve terbiyesi altında geçmiştir. İlerleyen yaşlarında Bursa’ya giderek Çelebi Sultan Mehmed Medresesi’nde tahsil hayatına adım atmıştır. Medresenin önde gelen müderrislerinden Mevlânâ Hocazâde ve Mevlânâ Tûsî’den büyük ölçüde faydalandığı bilinmektedir. Eğitimini tamamladıktan sonra aynı medresede Alâeddin Ali’ye muîd olarak görev yapmıştır. Ancak, Eşrefoğlu’nun şöhreti, yaşadığı dönemde bile oldukça yaygındır; bu durum, Gelibolulu Âlî Mustafa Efendi tarafından da doğrulanmıştır.
Eşrefoğlu’nun hayatına dair en eski kaynak olan Menâkıb-ı Eşrefzâde’ye göre, Eşrefoğlu bir rüya sonucunda medreseyi ve ilim yolunu terk etmiştir. Abdal Mehmed adında bir meczubun ona bâtınî ilimlerden nasipli olduğunu söylemesi üzerine, Eşrefoğlu Emîr Sultan’a müracaat etmiştir. Emîr Sultan, onu Hacı Bayrâm-ı Velî’ye yönlendirmiştir. Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî Dergâhı’nda on bir yıl boyunca riyâzet ve mücâhede ile en ağır hizmetlerde bulunmuş; Hacı Bayrâm-ı Velî, Eşrefoğlu’nun yeteneklerini fark ederek onu dergâhın imamı yapmış ve kızı Hayrünnisâ ile evlendirmiştir. Eşrefoğlu İznik’e döndüğünde, halkı irşat etmekten ziyade içsel bir yolculuğa çıkmayı tercih etmiştir.
Bir süre sonra, ruhsal bir deneyim arayışıyla tekrar Hacı Bayrâm-ı Velî’ye yönelmiş; Hacı Bayrâm-ı Velî, onu Suriye’nin Hama kasabasındaki Şeyh Hüseyin el-Hamevî’ye göndermiştir. Eşrefoğlu, Hama’ya ulaştığında, burada erbaîne girmiş ve derin bir tefekkür sürecine girmiştir. Kırk gün içinde çilesini tamamlayarak İznik’e geri dönmüştür. İznik’te kurduğu dergâh, kısa sürede tasavvufî öğretileri yaymaya başlamıştır.
Eşrefoğlu’nun vefat tarihi konusunda çeşitli görüşler mevcut olup, 874 (1469-70) yılında İznik’te hayatını kaybettiği kabul edilmektedir. Vasiyeti üzerine, halifesi Abdürrahim Tirsî onun yerine geçmiştir. Eşrefoğlu, Kādirîler arasında Abdülkādir-i Geylânî’den sonra tarikatın ikinci pîri olarak kabul edilmiş ve yaşarken büyük bir velî olarak anılmıştır.
Edebî şahsiyeti, tasavvufî inançları doğrultusunda şekillenmiştir. Şiirlerinde Yûnus Emre etkisi belirgin olmakla birlikte, kendine özgü bir üslup geliştirmiştir. Hem hece hem de aruz veznini ustaca kullanmış, lirik ve didaktik özellikler taşıyan manzumeler kaleme almıştır. Eserleri arasında "Divan", "Müzekki’n-nüfûs" ve "Tarîkatnâme" bulunmaktadır. Eşrefoğlu, özellikle "Müzekki’n-nüfûs" eseriyle Anadolu’daki tasavvufî ahlakın benimsenmesine büyük katkı sağlamıştır.
Divanı, yirmiden fazla nüshasıyla günümüze ulaşmış olup, çeşitli baskıları yapılmıştır. Eşrefoğlu, şiirleriyle sadece tasavvufî duyguları değil, aynı zamanda ilâhî aşkı da dile getirmiştir. Bugün, Kādirî dergâhlarında zikirlerin başlangıç noktası hâline gelen "Cem‘ olmuş dervişleri pîrim Abdülkādir’in" ilâhisi, onun edebi mirasının bir parçasıdır.
Ahmed Bican
XV. yüzyılda yaşamış olan Ahmed Bîcan, Türk edebiyatının önemli figürlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Genellikle Yazıcıoğlu veya Yazıcızâde olarak bilinse de, en çok "Bîcan" lakabıyla tanınmıştır. Şiirlerinde tasavvufî temaları işleyen Ahmed Bîcan, Muhammediyye adlı manzum eseriyle dikkat çekmiştir. Kendisi, ünlü şair Yazıcıoğlu Mehmed’in (ö. 855/1451) küçük kardeşidir. Aile kökleri Malkara ve Gelibolu’ya uzanmakta, babaları ise Yazıcı (Kâtib) Sâlih’tir.
Bîcan’ın doğum yeri konusunda kesin bir bilgi yoktur; ancak bazı kaynaklar onu Gelibolu'da doğmuş saymaktadır. Ailesinin ilimle iç içe bir yaşam sürmesi, onun da devrinin ilimlerini öğrenmesine olanak tanımıştır. Arapça ve Farsça’ya hakim olan Bîcan, Hanefî mezhebine mensup ve Bayramî tarikatının bir temsilcisidir. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin irşadıyla, tasavvuf yolunda önemli bir yer edinmiştir. Çilehânesi, ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’in bulunduğu Gelibolu’da yer almıştır.
Ahmed Bîcan’ın hayatı hakkında kesin bir ölüm tarihi bulunmamaktadır; ancak bazı rivayetlere göre 1455 civarında vefat ettiği düşünülmektedir. Mezarı, günümüzde park haline getirilen eski Yazıcıoğlu Mezarlığı'nda, ağabeyinin kabrine oldukça yakın bir konumda bulunmaktadır.
Eserleri
Envârü’l-âşıkīn: Ahmed Bîcan’ın en önemli eseri olan bu yapı, ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’in Arapça eserinin Türkçe serbest tercümesidir. 850 (1446) yılında yazılmaya başlanmış ve 855 Muharreminde (Şubat 1451) tamamlanmıştır. Eser, hem tasavvufî hem de didaktik bir mahiyet taşımaktadır.
Acâibü’l-mahlûkāt: Bu eser, Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî’nin kozmografya konulu Arapça eserinin özetidir ve 857 (1453) yılında tamamlanmıştır. İçeriğinde dünya ve içindeki varlıkların efsanevi yönleri ele alınmaktadır.
Dürr-i Meknûn: Dinî ve tasavvufî birçok konuyu içeren bu eser, on sekiz bölümden oluşmakta ve çeşitli âyet, hadis ve hikâyelerle desteklenmektedir.
Kitâbü’l-Müntehâ ale’l-Fusûs: Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserine yapılan Türkçe bir şerh olup, çeşitli tasavvufî konuları işlemektedir.
Şemsiyye: Babası Yazıcı Sâlih’in eserinin nesre çevrilmiş şeklidir ve astroloji ile ilgili konuları işlemektedir.
Cevâhirnâme: Ahmed Bîcan’ın bilinen tek manzumesidir ve mücevherlerin tıbbi özellikleri üzerine odaklanmaktadır.
Ebülhayr-i Rûmî
Sarı Saltuk’un menkıbeleri, "Saltuknâme" adlı eserde toplanmıştır. Eser, XV. yüzyılın başlarında Fâtih Sultan Mehmed döneminde, Şehzade Cem'in isteği üzerine Ebülhayr-i Rûmî tarafından hazırlanmıştır. Sarı Saltuk, XIII. yüzyıl alp erenlerinden biri olarak Anadolu ve Rumeli’nin fethinde önemli bir kahramandır. Asıl adı Şerif Hızır olan Sarı Saltuk, Hz. Muhammed ve Hz. Ali soyundan geldiği söylenmektedir.
Saltuknâme, Sarı Saltuk’un hayatını, savaşlarını ve kerametlerini destanî bir üslûpla anlatırken, diğer gazi ve velîlerin menkıbelerini de içermektedir. Eser, üç ciltte toplanmıştır ve tarihi olaylar, efsanevi savaşlar ve gerçek mekânlarda geçen olaylar gibi çeşitli konuları kapsamaktadır.
Menkıbeler, tarihî olayları, efsanevi savaşları ve gerçek mekânlarda geçen olayları içerir. Sarı Saltuk’un çocukluğu, fetihleri ve kahramanlıkları detaylı bir şekilde ele alınırken, bazı menkıbelerde diğer kahramanlar ve efsanevi varlıklar da yer almaktadır.
Sabuncuoğlu Şerefeddin
Sabuncuoğlu Mevlânâ el-Hâc İlyas Çelebi Bey, 1386 yılında doğmuş ve 1468 yılına kadar yaşamış ünlü bir Osmanlı hekimidir. Amasya’da, Sabuncuoğlu olarak bilinen bir mahallede tanınmış bir hekim ailesine mensuptur. Çelebi Sultan Mehmed’in hekimbaşısı olan Sabuncuoğlu, Amasya Dârüşşifâsı’nda Burhâneddin Ahmed en-Nahcuvânî’den eğitim almış ve burada on dört yıl hekimlik yapmıştır. 870 (1465) yılında "Cerrâhiyye-i İlhâniyye"yi, 873 (1468) yılında ise "Mücerrebnâme"yi kaleme almıştır. Bu eserlerinde, özellikle İstanbul’a giderek Fâtih Sultan Mehmed’e sunduğu "Cerrâhiyye-i İlhâniyye", tıp tarihinde cerrahî müdahaleleri gösteren minyatürlerle zenginleştirilmiş ilk eser olma özelliği taşımaktadır.
Sabuncuoğlu’nun çalışmaları, Osmanlı bilim dünyasında yeterince tanınmamış olup, bu durum onun eserlerini Türkçe yazmasından ve Amasya’da yaşamasından kaynaklanmaktadır. Eserleri arasında "Akrâbâzîn Tercümesi" ve "Cerrâhiyye-i İlhâniyye" önemli yer tutmaktadır. "Mücerrebnâme", Sabuncuoğlu’nun kendi üzerinde denediği ilaçların hazırlanması ve kullanımı hakkında bilgi vermektedir ve Türk tıp tarihinde bir hekimin kendi buluşlarını anlattığı ilk monografi olarak kabul edilmektedir.
Bursalı Mehmed Tâhir, Sabuncuoğlu’na atfedilen "Müfîd" adlı bir eserden bahsetmiş olsa da, bu eserin aslında Sabuncuoğlu’nun öğrencisi Muhyiddin Mehî’ye ait olduğu anlaşılmıştır. Sabuncuoğlu’nun eserleri, tıp tarihi, Türk dili ve resim sanatı açısından önemli bir yere sahiptir.
Firdevsî-i Rûmî
Firdevsî-i Rûmî (d. 1453, muhtemelen Edincik, Bandırma - ölüm yılı bilinmiyor), Osmanlı Devleti döneminde yaşamış bir şair ve çok yönlü bir araştırmacıdır. Türkmen kökenli olup Alevi-Bektaşi tarikatına mensuptur. En bilinen eseri "Süleymanname"dir. Ayrıca, Hacı Bektaş Veli'nin hayatına dair efsaneleri içeren "Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş Velî"nin derleyicisidir. Firdevsî, "uzun" lakabıyla (Osmanlıca: فردوسی طویل - Firdevsî-i Tavîl) anılmakta olup, "Firdevsî-i Rûmî" ve "Firdevsî-i Horasanî" gibi isimlerle de bilinmektedir. Asıl adı "Şerafeddin b. Hızır" veya "Şerafeddin Musa"dır.
Firdevsî'nin ailesi, III. Alaeddin Keykubad dönemine kadar uzanmaktadır. Babası Hacı Genek Bey, İstanbul’un fethinde gösterdiği yarar nedeniyle Edincik zeameti ile ödüllendirilmiştir. Çocukluğu Edincik’te geçmiş, eğitimini Bursa’da tamamlamıştır. Dinî rivayetler, felsefe, şiir ve tıp gibi birçok alanda eğitim almış, şair Melihî ve tasavvuf bilgini Abdullah İlahi'den dersler almıştır.
Firdevsî, çeşitli konularda eserler vermiştir ve bu eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. En meşhur eseri "Süleymanname", tarih, şecere, felsefe, geometri ve tıp gibi bilimlerin yanı sıra, Süleyman'a dair öykü ve anekdotları içeren ansiklopedik bir çalışmadır. 1472 yılında, Fars şairi Firdevsî-i Tûsi'nin "Şehnâme"sini Türkçeye çevirmiş, bunu Fatih Sultan Mehmed’e sunmuştur. Sultan, eserin yeterince bilindiğini belirterek Firdevsî'den Süleyman hakkında bir kitap yazmasını istemiştir.
Firdevsî, Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde bu sultanlar için birçok eser yazmış veya çevirmiştir. Alevi Türkmen kültürü ile ilgili "Dâsitân-ı Ceng-i Âheng-i Efrâsiyâb-ı Türk" ve Hacı Bektaş Velâyetnâme'yi derleyerek Osmanlı Türkçesinde Bektaşi-Alevi kültürlerini bir araya getirmiştir. Arapça ve Farsçayı iyi bilmesine rağmen eserlerinde Türkçeyi tercih etmiş, tarihî olayları millet merkezli bir perspektiften sunmuştur.
Eserleri
Süleymân-nâme-i Kebîr, Da’vet-nâme, Firâset-nâme, Münazâra-i Seyf ü Kalem, Pend-nâme-i Eflâtun, Silâhşôr-nâme (Müsellah-nâme), Satranç-nâme-i Kebîr, Hayât u Memât veya Hayât-nâme, Tuhfetü’l-Hâdî, Hakâyık-nâme veya Hadîkatü’l-Hakâyık, Hakîkat-nâme, Kutb-nâme veya Kıssa-i Cezîre-i Midilli, Süleymân-nâme vü Belkıs-nâme, Teşhîsü’l-İnsân, Vilâyet-nâme, Hadîs-i Ahsen, Tecnîsât-ı Süleymân veya Tecnîsât, Tâli’-i Mevlûd-ı Kebîr, Kur’ân-ı Kerîm’den Tefe’üle Dâir Risâle (Hazâ el-Kitâbü Fâlü Kur’ân-ı Azîm), Terceme-i Câmeşûy-nâme, Terceme-i Hadîs-i Erbaîn.
Sinan Paşa
Gerçek adı Yûsuf olan Sinan Paşa, Osmanlı ilmiye teşkilatının önemli isimlerinden biridir. Bir fetvanın altındaki "Yûsuf b. Hızır b. Celâleddin" imzası, babasının İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, dedesinin ise Sivrihisar Kadısı Celâleddin Efendi olduğunu ortaya koymaktadır. Osmanlı’nın önde gelen âlimlerinden Molla Yegân’ın kızı olan annesi de onun ilimle iç içe büyümesine katkı sağlamıştır.
Doğum yılı hakkında kaynaklar farklı bilgiler verse de çağdaşı Mecdî, 16 Receb 844 (11 Aralık 1440) tarihini zikreder. Bazı eserlerde ise 841 (1437) veya 845 (1441) doğumlu olduğu belirtilir. Doğum yeri de net değildir; bazı kaynaklar Bursa’yı işaret ederken, bazıları Sivrihisar veya İstanbul’da doğduğunu öne sürmektedir.
İlmi Kariyeri ve Yükselişi
Fatih Sultan Mehmed, 1453’te babası Hızır Bey’i İstanbul’un kadısı olarak atadığında, Sinan Paşa henüz 13-14 yaşlarındaydı. Bu dönemde dedesi Molla Yegân’ın meclislerinde dönemin büyük âlimleriyle bir araya geldi. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Hocazâde Muslihuddin ve Ali Kuşçu gibi isimlerden eğitim aldı. Henüz genç yaşta vaaz vermeye ve halka öğütlerde bulunmaya başlaması, onun ilmi yetkinliğini erken yaşta kanıtladığını gösterir.
Babası 1459 yılında vefat ettikten sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından Edirne’de bir medreseye müderris olarak atandı. Ardından II. Murad’ın kurduğu dârülhadiste görev aldı. Fatih Sultan Mehmed’in ilgisini çeken Sinan Paşa, kısa sürede padişah hocası ve Sahn müderrisi oldu. 1470 yılında ise vezirlik makamına yükseldi. Paşa unvanını da bu görev vesilesiyle aldı.
Ancak 1477 yılında, bilinmeyen bir nedenle veziriazamlıktan azledildi ve hapsedildi. Osmanlı uleması, onun serbest bırakılmaması halinde Osmanlı topraklarını terk edip kitaplarını yakacaklarını bildirince, Sinan Paşa serbest bırakıldı ancak Sivrihisar’a sürüldü. Fatih Sultan Mehmed’in vefatına kadar burada kaldı.
II. Bayezid tahta çıktığında, ona yeniden vezirlik rütbesi verildi ve Edirne Dârülhadisi müderrisliği ile ödüllendirildi. Burada ilmi çalışmalarına devam eden Sinan Paşa, özellikle Türkçe eserler kaleme aldı.
Vefatı ve Etkisi
Mecdî’ye göre 1 Mart 1486’da İstanbul’da hayata gözlerini yuman Sinan Paşa’nın mezarı Eyüp’te bulunmaktadır. Ancak bazı kaynaklar onun Edirne’de vefat ettiğini belirtmektedir.
Son derece zeki ve bilgili bir kişi olan Sinan Paşa, genç yaşlarda felsefeye merak salmış, bu nedenle babasından uyarılar almıştır. Etkileyici bir hatip ve tartışmacı olarak Fatih’in huzurunda yapılan ilmi münazaralarda büyük takdir toplamıştır. II. Bayezid döneminde tasavvufa yönelmiş ve özellikle Şeyh Muslihuddin Mustafa İbnü’l-Vefâ’ya büyük bağlılık göstermiştir.
Öğrencileri arasında Osmanlı’nın önemli âlimlerinden Molla Lutfi, Mîrim Çelebi ve Sarıgörez Nûreddin Efendi gibi isimler yer almaktadır. Nesirdeki başarısı ve süslü üslubu sayesinde Osmanlı edebiyatında önemli bir ekol oluşturmuş ve “Sinan Paşa üslubu” olarak bilinen bir tarz geliştirmiştir.
Eserleri ve Bilimsel Çalışmaları
Sinan Paşa, Arapça ve Türkçe kaleme aldığı eserleriyle Osmanlı düşünce hayatına önemli katkılar sunmuştur.
Türkçe eserleri:
Tazarru‘nâme: Hem mensur hem de yer yer manzum parçalar içeren bu eser, onun en ünlü çalışmasıdır. Yoğun secili bir üslup ile kaleme alınan eser, klasik Osmanlı nesrinde süslü nesrin başlangıcı kabul edilir.
Maârifnâme: Ahlak ve hikmet üzerine yazılmış bir nasihatnâmedir. Eserde hem dini hem de felsefi öğütler yer alır.
Tezkiretü’l-evliyâ: 28 velinin hayatını ve menkıbelerini içeren bir eserdir.
Arapça eserleri:
Hâşiye ʿalâ Şerḥi’l-Mülaḫḫaṣ: Astronomi üzerine yazılmış bir eserin şerhidir.
Risâle fi’z-zâviyeti’l-ḥâdde: Ali Kuşçu’nun sorduğu bir matematik sorusuna cevap olarak yazılmış bir risaledir.
Fetḥu’l-Fetḥiyye: Ali Kuşçu’nun eserine yaptığı şerhtir.
Şerḥu’l-Mevâḳıf üzerine hâşiye: Kelam ilmi üzerine bir çalışmadır.
Sarıca Kemal
Sarıca Kemal, 15. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı şairidir. Hayatına dair bilgi sınırlıdır; Bergama, Saruhan vilâyetinde doğduğuna inanılmaktadır. Latîfî, Edirne kökenli olduğunu iddia edenlere karşılık, “Her diyârın bir metâ-ı hâssı var lâbüd Kemâl / Hâk ü âb-ı Bergama mahbûb ile şâir kopar” beytini delil göstererek onun Bergamalı olduğunu belirtir. Sehî Bey’e göre, Fâtih Sultan Mehmed’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın musâhibi ve gılman sarayının hocasıydı. Paşanın vefatından sonra (878/1474), Hasköy (Bulgaristan) kasabasına yerleşmiş ve burada tarımla uğraşmıştır. Latîfî ve Kınalızâde Hasan Çelebi, onun ömrü boyunca Mahmud Paşa’nın Hasköy’deki medresesinde öğretimle meşgul olduğunu ifade eder. Dönemin kaynaklarında Sarıca Kemal’in ölüm tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. "Belâgatnâme" adlı eserini 894'te (1489) tamamladığına göre, bu tarihten sonra vefat etmiş olmalıdır; dolayısıyla Sicill-i Osmânî'nin verdiği 880 (1475) yılı yanlıştır. Bazı beyitlerinde Mevlevîlik ile bağlantılı izler taşıdığı düşünülmektedir.
Eserleri
Divançe: İki nüshası bulunmaktadır (John Rylands Library, Manchester; İÜ Kütüphanesi). Kanûnî Sultan Süleyman döneminde derlenen Pervâne Bey Mecmuası’nda, Sarıca Kemal’in çok sayıda gazeli yer almaktadır. Âşık Çelebi, onun Mahmud Paşa hakkında mersiyeleri bulunduğunu belirtmektedir. John R. Walsh tarafından neşredilen divançesinde 146 gazel, bir murabba ve Bergama için yazdığı manzum bir mektup yer alır.
Belâgatnâme: Fazlullah el-Hüseynî el-Kazvînî’nin XIV. yüzyılda yazdığı "el-Muʿcem fî âs̱âri mülûki’l-ʿAcem" adlı eserinin Türkçe çevirisidir. İki nüshası bilinmektedir (TSMK, Revan Köşkü). Latîfî, eserin inşâ alanındaki başarısından bahsetmektedir. Belâgatnâme, Sarıca Kemal’in nesir kullanmadaki yetkinliğini gözler önüne sermektedir. Yanlışlıkla Selâtînnâme müellifi Kemal ile karıştırıldığına dair bazı araştırmalar mevcuttur.
Nazar-ı Kimyâ: Kınalızâde Hasan Çelebi’den naklen bahsedilen bu eser hakkında doğrulanmış bir bilgi bulunmamaktadır.
Kaygusuz Abdal
Kaygusuz Abdal, XIV. yüzyılın ikinci yarısında doğmuştur. Hayatıyla ilgili kaynaklarda sınırlı bilgi bulunmaktadır; bilinenler, ölümünden yaklaşık bir buçuk asır sonra kaleme alınan anonim bir menâkıbnâme ve eserlerindeki ipuçlarına dayanmaktadır. Menâkıbnâmeye göre, Alâiye (Alanya) sancağının beyinin oğlu olan Kaygusuz’un asıl adı Gaybî’dir. Döneminin tüm bilim dallarında eğitim görmüş, aynı zamanda bir pehlivan olarak ata binme, ok atma ve kılıç kullanma konularında maharetliydi. Bir av sırasında vurduğu geyiğin peşinden gittiğinde, geyiğin Abdal Mûsâ’nın dergâhına girdiğini fark eder. Dervişlerden geyiğin yerini sorunca, Abdal Mûsâ tarafından huzura çağrılır. Geyiği vuran okun Abdal Mûsâ'nın koltuğuna saplandığını görünce, onun müridi olmaya karar verir.
Babası, Teke beyinin desteğiyle Abdal Mûsâ’ya karşı çıkar, ancak Abdal Mûsâ, müridlerinin yardımıyla Teke beyini alt eder. Kaygusuz, babasının da rızasını alarak Abdal Mûsâ’ya intisap eder ve ona Kaygusuz mahlasını verir. Kırk yıl süresince şeyhine hizmet eden Kaygusuz, ondan icâzet alarak hacca gitmek için izin ister. Abdal Mûsâ’nın yanındaki kırk abdalla birlikte Mısır’a gider ve burada bazı kerametler gösterir. Hacca dönüşü birçok kutsal yeri ziyaret ederek tekrar Bağdat’a döner.
Kaygusuz’un hayatıyla ilgili bilgiler çoğunlukla menâkıbnâmeden ve Abdal Mûsâ Velâyetnâmesi’nden gelmektedir. Bu eserler, onun Bektaşîlik tarikatının şekillenmesinden önce, Anadolu'daki Hacı Bektaş kültünün yayılmasında önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Kaygusuz’un asıl adıyla ilgili bazı iddialar bulunsa da, bu konudaki bilgiler kesinlik taşımamaktadır. Menâkıbnâme, Kaygusuz’un doğum tarihi hakkında net bir bilgi vermemektedir.
Kaygusuz Abdal, Yûnus Emre’nin ilk takipçilerinden biri olarak bilinir ve genellikle hece ölçüsüyle yazdığı şathiye türündeki şiirleriyle tanınır. Ancak, bu tür şiirleri onun eserlerinin yalnızca beşte birini oluşturur; geri kalanları aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Şiirlerinde tasavvufun derinliklerine inen Kaygusuz, hayata dair duygularını ve mutluluk arayışını dile getirir. Eserlerinde dünya ve yaşam konularına dair zengin tasvirler yer alır; bu tasvirler, ona modern bir şiir dili kazandırır.
Kaygusuz Abdal’ın eserleri arasında "Budalanâme", "Kitâb-ı Miglâte", "Vücudnâme", "Dilgüşâ", "Saraynâme", "Divan", "Gülistan" ve çeşitli mesneviler bulunmaktadır. Bu eserlerde tasavvufî konular işlenmiş, insanın manevi yolculuğu ve ruhsal deneyimleri anlatılmıştır. Eserlerinin bir kısmı, Kaygusuz’un derin tasavvufi anlayışını yansıtırken, diğerleri halkın günlük yaşamına ve kültürel unsurlarına dair unsurlar taşır.
Kaygusuz Abdal, Bektaşî geleneğinin önemli şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilir. Bektaşîlikteki yeri, Abdal Mûsâ ile olan ilişkisi ve eserlerinde sergilediği derin tasavvufi anlayışla pekişmiştir. Kaygusuz’un şiirleri, halk edebiyatının unsurlarını barındırdığından, Alevî-Bektaşî edebiyatının önemli bir parçası olarak kabul edilmektedir.
KAYNAKÇA
YAZAR
Tunahan HAKSEVER